
İnsan gücüyle çalışan makineler arasında en önemli icat hiç kuşkusuz ‘Velespit’ (Osmanlı döneminde bisiklete verilen ad, hızlı ayak anlamında) oldu. Bugünkü bisikletin atası olan bu makineler, Viktorya Dönemi’nde ortaya çıkıp dört tekerleklilikten iki tekerleğe doğru evrim geçirdi ve böylece günümüzdeki modern bisiklete ulaşıldı. İlk defa 1818 yılında Paris’te görücüye çıkan bu devrimsel makine, insanların gelişimi ve talepleri doğrultusunda zamana ayak uydurdu ve şu an dünyanın birçok ülkesinde en ekonomik, çevreci ve çok kullanılan götürgeçi (taşıma aracı). Modernliğin gelişimine her zaman ayak uydurmayı başaran bisiklet, bunun sonucu olarak farklı türlere ve markalara yayılıp çok yönlü kitlesel bir kullanım aracı olmayı başardı.
Özellikle Uzak doğu, Avrupa ve bilhassa düz bir coğrafyaya sahip bölgelerde revaçta olan, neredeyse nüfusla başa baş giden bisiklet, gündelik hayatın vazgeçilmez bir parçası. Konya haricinde ülkemizde pek fazla kullanılmayan hatta dışlanan bu evrimsel makine hakkında burada tarihsel bir tez veya tanıtımsal bir çabaya girmeyeceğim. Peki bu evrimsel yolculuk, benim hayatımda nasıl bir iz bıraktı? Gelin, bisikletle olan dostluğumun en özel anlarına birlikte bakalım. Aksine bu sıcak, samimi ve hayatımızın her aşamasında yakın dostumuz olabilecek olan makinenin hayatımdaki duruşunu, hayati karelerini sizlerle paylaşmak istedim. Zira mutlaka hepimizin hayatında bir bisikleti olmuştur ve söz konusu makine yaşamımızdaki bir kareyi bizimle yan yana doldurmuştur. Onunla birlikte hatıralarımızda ölümsüzleşmiştir.
Hafızamı zorlamadan ilk aklıma gelen bisikletim Summit markalı üç tekerlekli lacivert renkli dostum. Çok sevdiğim traktörlerin adeta boyutsal bir yansıması olan bu üç tekerlekli yoldaşım, son nefesine kadar beni yağmur kış demeden annemin mahallemizde belirlediği görünmez sınırlar içerisinde bir oradan bir buraya taşıdı. Mahallemin sokaklarını ilk kez onun selesinden keşfettim; kurdeleleri rüzgârda dalgalanırken bana özgürlüğün ne demek olduğunu öğretti.Beni selesindetaşırken geçtiğimiz yerleri, daldığımız çukurları, gezdiğimiz sokakları gözlemlememi ve özümsememi sağladı. Hapsolmuşluk hissini sıfırlayan bu gidonu kurdelelerle süslü dostumun üzerinde resmen hayatımın iki yılını geçirdim. İlk defa onunla denge, hız, yaralanma, dikiş kavramlarını sözlüğüme ekledim. Onunla frenlerinin fazla sıkılması sonucunda çabucak eridiğini, hatta patladığını, ayaklarımı yere sürterek nasıl fren olabileceğini, çamurluk koruması olmamasıyla birlikte sırtınıza çamur banyosu nasıl yapıldığını, mazgalların can düşmanınız olduğunu keşfettim. İnsan ve bisikletin birleşimi her türlü canlıdan veya makineden daha iyi işlediğini algıladım. Hiç kuşkusuz çocukluğumun en güzel anılarını üzerinde yaşadım zira çocukluğumu ondan daha iyi tanıyan bir dostum asla olmadı… Ben neşeliysem hep benimle hızlandı, üzgünsem sessiz sedasız benimle sokaklarda süzüldü, onu ihmal ettiğimde hiç bana bozulmadı, her yanına gittiğimde söylenmeden benimle olmaktan mutlu oldu, bana o zamanki çevremdeki dünyayı gösterdi, sevmediğim insanlardan kolaylıkla uzaklaşmamı ve en önemlisi beni benimle bırakmayı, özgürlüğümü sağladı. Özgürlüğümün prensesi oldu çünkü o, bana kimsenin karışmadığı, sadece bana ait bir dünyanın kapısını aralayan tek dosttu.
Daha sonra dengenin aslen ne olduğunu, az yer kaplasın diye ortadan bükülebilen, sütlü kahverengi Pinokyo bisikletim ile öğrendim. İlk başta arka tekerleklerine eklenen iki ufak kanatçık tekerlek ile bana yol gösterdi ve daha sonra düşe kalka denge kavramını kafama kazıdı. Ancak her anımda, her kanamamda hep yanımda oldu benimle ağladı benimle tamir oldu. Düştüğümüzde asla altta kalmayıp hep üste çıkan, sanki ‘Sen düşersen bile seni ezerim’ diyen yaramaz bir dosttu. Bundan öte bir dostluk olabilir mi?
Tüm emeğiniz sonucu hızlanmanızın halen yavaş kaldığı, hızlanırken rüzgârın bedensel ve sessel olarak size eşlik ettiği, pedalına sevgiyle asıldığınız, sonsuzluğun ritmini özgürce yakalayabildiğiniz, bir kere binilmesi öğrenilince asla kaybetmeyeceğiniz sürdürülebilir bir yeteneği size hediye eden başka bir kültür var mı? Öyküler uzun, anılar derin ancak yazacak yer sınırlı. Bundan dolayı yaşamımızda hep olabilen ancak göz aşinalığından dolayı pek fazla dikkat etmediğimiz, görsel günlük portremizi süsleyen bir bisikletin hayatından kareleri, büyük çabalar sonucu hatırı sayılır bir yokuşu çıktıktan sonra kendinizi aşağı doğru bıraktığınızda yaşadığınız sonsuz mutluluk akışı gibi göz zevkinize sunuyorum. Bisiklet, hayatımın en sadık yol arkadaşı oldu. Şimdi o yokuşlardan aşağı süzülürken hissettiğim rüzgâr, hâlâ çocukluğumun özgürlüğünü fısıldıyor.”